Paranın Bir Diğer Anlamı

 Eğer kendimizle ya da hayatımızla ilgili manalı ve asla sarsılmayacak bir nokta olsun istiyorsak, para kavramına sadece bizi korkutan ve taciz eden bir araç olarak değil, içimizde asla ticaret konusu yapamayacağımız noktaların varlığını bize hatırlatan bir araç olarak bakmalıyız.

 Bir insanın değerini, onun cinselliği, zamanı ve parayı nasıl ele aldığını inceleyerek anlayabiliriz. Bu da günümüzde bu üç konunun hayatımızın her köşesine nasıl sinmiş olduğuna dair bir kanıttır. Parayı ele alırsak; hayatımızın her alanına ekonomik açıdan bakmak zorunda kaldığımız bir dönemde yaşıyoruz. Bir anlamda

paranın 'yaratma gücü' var. Kim ve ne olduğumuzu belirliyor. İşte tam da bu sebepten para, hayatımızın ilahi amacını ve bundan bizi neyin alıkoyduğunu anlamamızda anahtar nitelik taşıyor.Bunu kullanarak kendimizi ve hayatımızı çözmeye çalışırken kendimizi yüceltmek kadar yermekten de çekinmemeliyiz. Freudyen yaklaşımcılara göre, insan, ne hayal ettiği kadar iyi ne de hayal ettiği kadar kötü değildir. Oysa biz bundan farklı olarak, hayal ettiğimizden kötü olduğumuzu, ancak yine hayal ettiğimizden daha iyi olabileceğimizi söylüyoruz.

 Bu düşünceden yola çıkarak hayatımızı, içinde her şeyin olduğu ama farklı bir dünya ile ilgili hiçbir bilginin verilmediği bir hapishaneye benzetebiliriz. Böyle bir hapishaneye dışardan bir elçinin geldiğini ve o düzenin dışında çok daha güzel ve gerçekliği olan bir düzenin de varolduğunu anlattığını düşünün. İki ana tepkiden bahsedebiliriz bu durumda: Bir ihtimal, o elçi sindirilir ve önemsenmez. Ve ikinci ihtimal olarak da anlattıkları bazı güçlerin çıkarlarına uygun olarak yine hapishane içinde kullanılır. Bu hapishane bizim, içinde gerçekliğini, ne olduğunu ve oraya nasıl girdiğimizi bilmeden yaşadığımız hayatımızı temsil ediyor.

  Dışardan gelen elçi ise bizim bazen yaşadığımız, duygusal bir patlama olarak adlandırdığımız ve çabucak unuttuğumuz acılı ya da sevinçli anları temsil ediyor. O anlarda aniden aydınlanıyoruz ve eğer fark ettiklerimizi bir kenara atmazsak içimizde varolan gizli bir 'Ben' ile tanışıyoruz. Bu ikinci 'Ben', bize, neden hücremizi güzelleştirmek için harcadığımız enerjiyi oradan kurtulup gerçek hayata kavuşmak için harcamadığımızı soracaktır. Aynı soruyu elimizdeki para için ve onu ne yapmak için harcadığımız konusunda da sorabiliriz.

 Hapishane örneğine ve orada her şeyin varolduğunu belirttiğimize geri dönersek, zenginliğin ne anlama geldiğini de tekrar düşünmek gerekir. Günümüz toplumunda zenginlik olarak kabul edilen şey çılgınca bir tüketim durumudur. Adeta tüketmeye ve bunun aracı olan paraya bir tutkunluk söz konusudur. Bu durum ise sözde zengin toplumu iç huzuru açısından fakirleştirir. Bu durumun neden kaynaklandığını ise bir cehennem örneği ile açıklamak mümkündür.

 Cehenneme kimlerin girdiğine bir bakalım. İşlerinde aşırıya kaçıp; arzularının esiri olanlar; isteklerini, ihtiyaçlarının önünde sayanlar oraya girerler. Aşırı arzuları kişinin cehennemi olur yani. Çünkü kişi arzularını doyurmaya çalışmaktan asıl ihtiyaç ve gayesini unutur gider.

 Bugünkü toplumda insanların günlük hayatın akışı içerisinde boğulup gittiği, ezildiği ve böylece kendine hiç zaman ayıramadığı da biliniyor. Bu da hayatımızın cehennem ile benzerlik taşıyabilecek bir başka yönü, çünkü cehennem mahşeri kalabalığında insanın sıkışıp kalacağından ve dahası cehennemde perspektif yokluğundan bahsedilir. Hatta daha da ileri giderek günümüz insan hayatını hayvanlar alemininkine benzetmek bile mümkündür. Dikkat edilirse tek amaçları vardır: Avlanmak. Ve o amaca ulaşmak için hiçbir kuralın varolmadığı, kimsenin kimseyi tanımadığı amansız bir mücadele içindedirler. Tıpkı bizlerin para kazanma hırsı ile yaptığımız gibi...
  Bizler, bu sözde zengin toplum hayatı içerisinde benliğimizi kaybediyoruz. 'Kendimiz olma bilinci' diye adlandırabileceğimiz bu şeye ihtiyaç duymuyoruz çünkü giderek ve hızla mekanikleşiyoruz. Aslında lüks içinde gerçek fakirliği yaşıyoruz çünkü kendimizden uzağız ve biz hayata değil hayat bize hükmediyor. Neyi ne için yaptığımızı düşünmeden kendi hayatımız tarafından yutularak yaşıyoruz.

 Tüm bunlar yaşadıklarımızın; yani bir şeylerin sonuçları ama önemli mevzularda sebep sonuçtan önce gelmelidir. Aslında paranın hayatımızı cehenneme çevirme sebebi çok önemli olması değil, tersine yeterince önemli olmaması. Bizler onun önemini yadsıyoruz. Oysaki, dünya kurulduğundan beri hangi uygarlığa baksak onlar için çok önemli bir şeyin varlığını keşfeder ve o uygarlığı çözmek için o meseleyi biz de ciddiye alırız. Bu bazen özgürlük, bazen su, bazen yiyecek ve hatta güzellik olabilir.

 O halde kendi uygarlığımız ve başta kendimiz ile ilgili de gerçekçi yaklaşımlar içinde olmalıyız. Evrenin zıtlıklar üzerine kurulduğunu iyiler kadar kötülerin de olduğunu ve bizlerin de insan olarak bu zıtlık esasına göre yaratıldığımızı unutmamalıyız. Bir yönümüz, bizim öz benliğimizin dışında kalan ve ayak uydurmak zorunda olduğumuz para ile yönetilen dış dünya ise; bir başka yönümüz de özümüzdür. Hayat, özümüzün efendisi olmasın yeter. Yoksa hayatı yok sayıp, oyunu kurallarına göre oynamamak da olmaz. İki zıt yön bir araya gelip birbiri ile karışmadan, birbirinin sahasına girmeden idare edildiğinde ortaya çelişkilerle dolu bir sorunlar yumağı ve mutsuz insanlar da çıkmaz. İnsan hiç bir yönünü de yadsımamalı ve onları gerektiği gibi beslemeli. Tersi, ikiyüzlülüğe girer ve yadsınan taraf, bir gün gelir patlar.

 Şu kötüdür bu kötüdür; şunu ya da bunu hayatımızdan çıkartalım, gibi yaklaşımlar gerçekçi değildir. Mutsuzluğumuzun sorumlusu gibi görünen parayı alkole benzetmek mümkündür. Alkol dozajında alındığında keyif ve cesaret verirken; fazla alındığında insanı iradesini kullanamaz bir hale getirir. Bir başka benzerlik paranın da alkolün de sanılanın aksine sorunlara çözüm getirmemesi sadece üstünü örtmesi olabilir. Paranın ortaya çıkışında bile iki zıt sebebin etkili olduğu görülür: Para gerekliydi çünkü, kişinin ancak bu şekilde mal mülk edinmesi mümkündü ve bu bir haktı. Ve aynı zamanda para gerekliydi çünkü, kişi kendine yetemediğinden alışveriş yapmak zorundaydı. Her ne kadar Protestanlığın ortaya çıkışı ile dengeler altüst olmuş olsa da, dinin özünde dahi bu 'zıtlıkların dengesi' kuralı vardı. Haç bile şekil itibariyle biri dikey biri ise düşey olan iki doğrunun kesişmesi sonucu elde edilen bir semboldür.

 Bozulan dengeler noktasında Protestanlık - kapitalizm ilişkisine de bir göz atmak gerekir. Protestanlıktan önce dünyevi hayat ve dolayısıyla dünyevi zevkler hep küçümsenmiş ve bastırılmıştır. Oysa baskı, tepki ve patlama doğurur. İşte böyle bir tepki sonucu doğan Protestanlık da uygun zeminin hazırlanmamış olması sebebiyle umulandan farklı sonuçlar doğurmuş ve günümüz dünyasının metaryalizmini besler hale gelmiştir. Kilise, günlük hayatın içine yayılıp etki alanını genişleteceğine, günlük hayat yanlış bir dini arayışın mabedi halini aldı. Artık iyi bir insan olmak için ilk hedef ve doğru yer hayatın tam da içi gibi kabul ediliyordu.Dini yaşamakla ilintili yaşam anlayışları, ( kendini feda ve terbiye ederek Tanrı'nın rızasını kazanma gibi) artık başka ve metaryalist hedeflere ulaşmak için kullanılan yöntemler oldu. Artık herkesin hayatta peşinden gitmesi gereken ve klasik anlamda dinle ilintisi olmayan bir 'çağrı' sı vardı.

 Aslında kapitalizmle beraber hızla yayılan metaryalist anlayış illaki 'günaha davet eden' bir çağrı olarak görülmemelidir. Metaryalizmle ilgili hata, gerçeğin yanlış algılanmasından kaynaklanmıştır. Gerçekliği anlayabilmek için ise, insan önce kendisini, yaradılış gayesini, tam anlamıyla kavramış olmalı, çünkü gerçekliğin ne olacağını kişinin kavrama yetisi belirler. Buna göre de, gerçekliği içimizde değil de dışarıda aramaya kalktığımızda, ortaya bir yiyeceğin resmini o yiyeceğin aslı sayıp yemek gibi amacına ulaşmayacak bir çaba ortaya çıkar. İşte tam da bu bağlamda, Weber'in gördüğü kapitalizmden öteydi.

 Kapitalizm, bir din halini almıştı. İnsanlar, tutkuyla varını yoğunu kapitalizm denilen sistemin içinde başarılı olmaya harcıyordu. Bu kendinden geçiş, Protestanlığın insanların hazır olmadığı bir anda ortaya çıkmasının yarattığı boşluktan kaynaklanıyordu. Batı dininin üslubuyla söylemek gerekirse, kişi ya Tanrı'ya ya da şeytana yönelir.

 Weber'e göre, Calvin'in yaydığı Protestanlık yeni bir dünyanın kapılarını açıp, yeni bir yaşam tarzını işaret ederken insanları buna uygun silahlarla donatmayı ihmal etmiştir ve asıl problem de budur. Kimse bu yeni yaşam tarzının gerçek anlamda farkında değildi. Neler olduğunun, ne noktada olduğumuzun, varlığımızın ve niçin varolduğumuzun bilincine varmadan zıtlıklar diyarı olarak adlandırılabilecek bir yaşam içinde ayakta kalmak neredeyse imkansızdır. Çünkü her şey anlamsızdır bu durumda. Bu sebepten, hayatımızın anlamlı olması için öncelikle hayatımızın farkında olmalıyız.

 Kral Süleyman'nın Eski Lahit'te anlatılan hikayesine bakarsak hayatımızın ve kendimizin tüm derinliğiyle farkında olabilmek için uğraşmanın hiç de o kadar kolay olmadığına dair ibret dolu bir ders alırız. Bu rivayet bize ne kadar olağanüstü, iyi, adaletli, örnek ve ya kudretli görünürsek görünelim asla mükemmel olamayacağımızı ve sahip olduğumuzu sandığımız özelliklere bile dönüp bir daha bakmamız gerektiğini gösterir. Özümüzü tüm derinliğiyle keşfetmek, zıtlıklarımızı dengeye getirerek tam anlamıyla kendimiz olmak, her ne olursa olsun aşırıya kaçmamayı öğrenmek oldukça zorlu çabaları gerektirir. Bu sınavı vermeden de asla kendimizi de hayatı da tam anlamıyla kavrayamayız.

 Kral Süleyman'la ilgili bizlere anlatılan rivayet üç temel nokta üzerine kuruludur: Birincisi, hayatın zıtlıklar üzerine kurulmuş olduğu gerçeği; ikincisi hiçbir şeyde aşırıya kaçamamakla ilgili Süleyman'a verilen ve onun bir konuda dinleyemediği öğütler; ve son olarak da karşımıza çıkan terslikleri kendimizi ve hayatı çözmek için nasıl verimli bir şekilde değerlendirmemiz gerektiğiyle ilgili Süleyman'ın ülkesinden sürüldüğü bölüm.

 Bu noktada,karşımıza çıkan tersliklerle ilgili türlü görüşlere yer vermek gerekir: Yahudi düşünür Maimonides, kişinin başına gelen zorlukların sebeplerini üç çeşide ayırır. Bunlardan biri de, kendi seçimlerimiz sonucunda başımıza gelen zorluklardır. Bunlar, ihtiyaçlarımızdan öte, lüzumsuz şeyler arzu edip elde etmek için uğraşırken başımıza açtığımız zorluklardır. Bu insanlar, Tanrı'nın çizdiği yaşam gayesinin dışındaki şeyler için heveslenirler ve elde edemediklerinde Tanrı'nın merhamet ve adaletinin farkında olmadıklarından O'nu suçlarlar. Oysa evrenin doğasını ve Tanrı'nın buyruklarını tam anlamıyla görebilenler, Tanrı'nın onlar için belirlediği hedefe ulaşmaya çalışırken yine Tanrı'nın çizdiği yolda ilerlerler. Böylece de ruhlarını ve bedenlerini sadece ihtiyacı olan şeylerle beslerler.

 Zaten dikkat edilirse bedenimiz için gerekli tüm ihtiyaç maddeleri en kolay ve en ucuz şekilde temin edebileceğimiz şekilde yaratılmışlardır.(su, hava,yiyecek türleri,vb) Aynı şekilde ruhumuzu besleyecek olaylar da çeşitli vesilelerle karşımıza çıkarlar. Unutmamak gerekir ki, cehennemden kaçmaya çalışmak için önce cehennemin ne olduğunun bilincine varmak gerekir. Bedenimizin ve ruhumuzun ihtiyaçlarını gerektiği gibi karşılayabilmek için hep bilinçli hareket etmek lazımdır. İnsan, görmek istediğini görür.

 Karşımıza çıkan ve yapmak zorunda olduğumuz türlü seçimler bize verilen 'özgür irade' nin de yardımıyla ruhumuzun besini haline dönüştürülebilir. Para da bizler için bazen bir seçimin esas noktası, bazen zorlu anların sebebi olabiliyor. Bunun gibi anlarda paranın gücüne kapılıp neredeyse hipnotize olmaktan ya da paraya değer veren yanımızı küçümseyip yok saymaktansa gerçekçi olmak, içsesimizi dinlemek, arzularımız ya da ihtiraslarımız doğrultusunda değil ihtiyaçlarımız doğrultusunda karalar almak gerekir.

 Zaten bizim temel amacımız hayatın akışından kopmadan benliğimizin, özümüzün sesini duyabileceğimiz şartlar ve insanlar aramaktır. Bu arayış için gerekli olan entelektüel, sosyal vb şartlar ve bu arayışı destekleyecek insanlar hayattaki yolumuzu oluşturan faktörlerdir. Peki, ne içinde bulunduğumuz hayatı ne de sahibi olmamız gereken iç huzuru terk etmeden tutkunu olduğumuz için bizi felakete sürükleyen maddiyat kaygımızdan kurtulmak nasıl olabilir? Para için Faust gibi kendimizi satıp satmadığımızı nerden anlarız?

 Tüm bu çelişkilerden, bocalamalardan kurtulmak kendimizle ve hayatla sağlıklı bağlar kurmak için 'bağımlılığımız'ın yerine ne koymamız gerektiğini düşünmek başka bir tür bağımlılığın kapılarını açacağından sağlıklı değil. Bu tutkumuz için kendimizi devamlı azarlayıp kendi kendimizin önüne setler çekmek ise sorunu bastırmaktan öteye geçmeyecek çabalar...

 O halde, hayatımızın odak noktasını oluşturan, bel bağladığımız, hayatımızın anlamı, yaşam gayemiz olarak gördüğümüz paradan daha güçlü daha vazgeçilmez bir gerçeklik arama çabasına girmeliyiz. Böyle bir gerçekliği keşfetmek, özü yakalamak kral Süleyman'ın rivayet edilen hayatında da gördüğümüz gibi o kadar zorlu bir çabadır ki, bunu ısrarla sürdürdüğümüzde bize meteryalist hedeflerin peşinde koşmaktan çok daha yoğun ve ilgi çekici gelecektir. Bu yolda anahtarımız olacak davranış biçimi ise kendimize dürüst olmaktır.

 Dikkatimizi egomuzun kontrolünde olmayan özümüze yöneltmeliyiz. Kişi, nasıl bilerek egosunun kölesi haline geldiğini ancak böyle keşfedebilir. Yapılması gereken keşfettiklerimizi, iyi-kötü diye yargılamadan tüm samimiyetimizle kabullenmektir. Ancak böyle değerli birer varlık olabiliriz.

Jacob Needleman

 20/07/2008 :  17:17:43 de yazıldı. Bu yazının ilk yazıldığı orjinal sitedeki başlığın tamamını görüntülemek için tıklayın. 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder